OSMANLI SANATI VE MİMARİSİ


Osmanlı sanatı ve mimarîsi, mevcut üslup ve temalarla birlikte yeni geliştirilen biçim ve ifadeleri de

kullanmış, dış etkileri sindirip bünyesine katarak canlı bir üretim sürekliliği ortaya koymuştur.

Geleneğe bağlı, yenilikçi ve dışarıdan gelen unsurların sentezi ile gelişen güzel sanatlar, Osmanlı

tarihinin her döneminde eşsiz ve kendine has üsluplar sergilemiştir.1




OSMANLI HAT SANATI

Hat sanatı Nebati* harflerinden geliştirilen Arap yazısıyla vücuda getirilmiş bir İslami sanat nevidir.

Sadece okuma-yazma vasıtası olan bir takım basit şekillerin böylesine güçlü bir estetikle ortaya

çıkıvermesi İslam'ın bir mucizesidir ve bu dinin geniş sahalara yayılmasıyla bütün İslam ülkelerince

de benimsenmiştir. Şam, Bağdad, Kurtuba, Kahire, Konya, Semerkand, Herat, Tebriz gibi taht

merkezlerinde hükmünü sürdüren İslam devlet ve hanedanlarının devrinde (Emevi,Abbasi, Fatımi,

Eyyubi, Memluk, Selcuklu, İlhanlı, Timuri, Safevi, Akkoyunlu ....) daima ilgi çekici bir sanat olarak

görülen husn-i hat, Osmanlı devrinde ise bu bakımdan olduğu kadar, estetik kudretiyle ve zirvede kalış

müddetiyle de en üst seviyesine erişmiş,"Türk Hat Sanatı" adıyla anılacak bir hüviyet kazanmıştır.

Osmanlılar'ın ilk yüz elli yılında tahta çıkan hükümdarlarının hat sanatıyla ilgisine dair malumat yok

ise de, Fatih'in diğer güzel sanatlar meyanında yazma kitaba verdiği ehemmiyet bilinmektedir. Hatta,

oğlu Şehzade Bayezid'in, vali olarak bulunduğu Amasya'da -geleceğin hat dehası- Şeyh Hamdullah

(1429-1520)'a babasının kütüphanesi için yazdırdığı eserlerden bazıları zamanımıza kadar gelmiştir.

Ayrıca, İstanbul'un fethinden sonra, bu yeni Osmanlı beldesinin müslümanlaştırılmasında yer alan

abideler üzerindeki celi sülüs kitabelerin hattatlarının da Fatih devrinin iki büyük ismi Yahya Sofi ve

oğlu Ali Sofi olduğu, eserlerindeki imzalarından anlaşılmaktadır. Osmanlı hanedanında, hat sanatıyla

fiilen alakaları bilinen ilk isimler Sultan II. Bayezid ve şehzadesi Korkut'tur; her ikisi de husn-i hattı

Şeyh Hamdullah'dan Amasya'da öğrenmişlerdir.2

Şehzade Bayezid’in tahta geçmesinden sonra İstanbul’a gelen Şeyh Hamdullah, yazı üslubunu en

mükemmel şekliyle gerçekleştirmeye başlamıştı. Kufi hattı artık ehemmiyetini kaybetmişti onun

yerine aklam-ı sitte olarak alınan yazı türlerinin hakimiyeti başladı. Şeyh Hamdullah ile birlikte bu

tarz aklam-ı sitteden “Şeyh Tavrı Aklam-ı Sitte”ye dönüştü ve bütün Osmanlı topraklarına yayıldı.

Şeyh üslubundaki aklam-ı sitteyi ikinci bir estetik anlayışla birleştiren Hafız Osman bu tarzdan yeni

bir tavır çıkardı. Altı yazı şeklinin bazılarından vazgeçmiş ve kendi estetik anlayışıyla yeni bir tarz

oluşturarak Şeyh Hamdullah’ı kısa sürede unutturmuştur. Hafız Osman Hattı’nı yeni yetişen

hattatlarda severek ilerletmişlerdir. 1689’dan itibaren nesih hattında harflerini daha da küçülten Hâfız

Osman’ın en beğenilen dönemi 1679-1689 arasındaki on yıldır. Kırk yıl süren sanat hayatında devamlı

olarak eser veren Hâfız Osman’ın, melekesini kaybetmemek için aylarca süren hac yolculuğunda bile

kalemi elinden bırakmadığı, bu seyahati esnasında muhtelif menzillerde yazdığı günümüze ulaşan

karalama veya cüz örneklerinden anlaşılmaktadır. Hâfız Osman, 1069’dan (1659) ömrünün sonuna kadar yirmi beş mushaf yazmıştır. 1097 tarihli

mushaf 1298’de (1881) Sultan II. Abdülhamid’in emriyle matbaacı Osman Bey tarafından bastırılarak

bütün İslâm âlemine dağıtılmış, ayrıca birkaç mushafı daha basılmıştır. Aklâm-ı sitte ile kaleme aldığı

birçok en‘âm, cüz, kıta ve murakkaı bulunmaktadır. Bazı kıtalarında ve bilinen iki kitâbesindeki celî

sülüs hattı (Üsküdar Doğancılar’daki Şehid Süleyman Paşa Camii Çeşmesi ve Karacaahmet Tunusbağı

Kabristanı’nda Siyavuş Paşa’nın mezarı) diğer yazılarıyla karşılaştırılacak seviyede değildir. Ancak

celî sülüste inkılâp yapan Mustafa Râkım bu başarıyı Hâfız Osman’ın sülüs hattından aldığı ilhamla

gerçekleştirmiştir. Bugünkü bilgilere göre hilye-i saâdeti geliştirerek levha halinde yazan, Türkçe

meâlli ilk hilyeyi tertipleyen, Delâ ilü’l- ayrât metnini hüsn-i hattıyla sanat eseri haline dönüştürüp

kitaplaştıran da Hâfız Osman’dır.

Zamanın üstadlarından Ağakapılı İsmail Efendi hat sanatından onun erişmiş olduğu dereceyi anlatmak

için; “Hüsn-i hattı biz bildik Osman Efendimiz yazdı” demiştir.3






OSMANLI TEZHİB SANATI

Tezhip ‘’altın’’ anlamına gelen Arapça ‘’zeheb’’ kelimesinden gelmektedir.4


Tezhip, özellikle küçük ebatlarda hassas bir şekilde uygulanan bir kitap süsleme sanatıdır. Altınla birlikte toprak boyalardan çeşitli renklerin kullanıldığı, ince fırça tekniğinin önem kazandığı bu sanatta, yazma eserlerde yazının (hattın) bezenmesi en güzel biçimde gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.

Tezhip yapan sanatkârlara müzehhib adı verilmektedir.5





Tezhiplenmiş kitaplara da müzehhep adı verilmektedir.6




Başlangıçta kûfi Mushaflarda görülen bu sanat, zamanla çok gelişmiş ve güzel bir şekilde incelmiştir. Kur’anlardan başka yazma eserlere de intikal eden süslemeler, tarihi süreç içinde çeşitlilik kazanmış

ve zenginleşmiştir. Yazma eserlerde sadece birkaç parça tezhipli kısım olanların yanında, çoğu tezhiplenmiş olanları da bulunmaktadır.7

İlk dönemlerin parşömen üzerine yazılmış harekesiz ve noktasız yatay formdaki mushaflarında, zaman

içinde çeşitli süsleme unsurları görülmeye başlanmış, bu suretle ayet sonlarına noktalar, sure başlarına uzunca şeritler halinde başlıklar, sayfa kenarlarına muhtelif şekillerde rozetler konulmuştur. Bu anlayış, diğer sahalardaki bilimsel ve edebi eserlere de yansımış ve böylece yazma kitap sanatları, yazı ve süslemenin (hat ve tezhip) birlikteliği ile devam etmiştir.

Osmanlı’da Fatih devri, tezhibin renk ve desen bakımından öncüsü olarak değerlendirilebilir.
Saraylarda her türlü sanat ve zanaatlarla birlikte kitap sanatlarının da icra edildiği yer, nakkaşhanedir.
Hükümdar saraylarında nakkaşhane bulunması, Uygur Türklerinden beri süregelen bir gelenek olup,
Timurlularda, Selçuklularda, Anadolu Beylikleri’ nde ve nihayet Osmanlılarda da devam etmiştir. İlme ve sanata büyük önem veren hükümdar, Topkapı Sarayı’ nda bir nakışhane kurarak Edirne ve
Anadolu’dan en iyi hattat, müzehhib, nakkaş ve mücellitleri getirtmiştir. Fatih’ in, Topkapı Sarayı’nda kurduğu nakkaşhanenin başına da Özbek asıllı Babanakkaş' ı getirdiği bilinmektedir. Fatih Dönemi Tezhibi denilince ilk akla gelen, Babanakkaş üslubudur.8




Özellikleri, iri ve ayrıntılı çizilmiş Hatai motifinin yoğun kullanılması, sade ve küçük yaprakların bulunması ve desen içinde zemine serpiştirilmiş küçük bulut parçalarının yer almasıdır. Kendi üstüne dönüş yaparak üç boyut etkisi veren bitkisel motifleriyle tipiktir. Desenlerde Rumi motifi yoğun biçimde kullanılmıştır. Baba Nakkaş, edinilen bilgilere göre Fatih zamanında İstanbul’da yaşamış ve Topkapı Sarayı’nda tesis edilen nakışhaneye baş nakkaş olmuş ve ince sanatlara, tezhip, cilt, resim ve minyatüre ve çeşitli yazılara meraklı olan padişaha musahip ve mukarrip olduğu bilinmektedir. Padişahın huzurunda, hattat ve diğer sanatkârlarla yapılan akademik toplantılara da baş olmuş bir sanatkârdı. Zamanında şeyh diye sevildiği ve hürmete layık görüldüğü bilinmektedir. Topkapı Sarayı’ndaki nakışhane baş hocası iken çiniden, demir nakışlarına, fresklere, ciltlere, yazılarına ve tezhiplerine kadar bütün tezyini alanlarda yüze yakın sanatkâr ve talebe ile birlikte çalıştığı söylenmektedir.9



OSMANLI MÛSİKİSİ

Osmanlı mûsikîsi, Osmanlı saray veya halk müzisyenlerinin askerî, dini, klâsik ve folklorik türlerde

ürettiği ve toplumun her kesiminde kullanılmış bir sanattır. Temelinde tek kişinin (ozan tarzına uygun)

usullü veya usulsüz, ama mutlaka bir makama bağlı olarak çalıp söylediği; müziğin sadece ritim ve

melodi unsurlarını kullanıp insan sesine ağırlık veren ve nesilden nesle aktarımı Batı müziğindeki gibi

nota yoluyla değil meşk yoluyla sağlanan bir şahsî üslup ve ifade müziğidir. Sarayın, devleti yalnız

askerî ve mülkî olarak değil, aynı zamanda fikir ve sanat hayatı açısından da yöneten bir merkez oluşu,

Türklerde çok eski bir gelenektir. Ülkenin en ileri fikir ve sanat adamlarını toplayan, besleyen ve

barındıran hep saray olmuştur. Şiir ve hat gibi mûsikî de eğitimlerinin ayrılmaz parçası olmuş olan

Osmanlı padişahları da sanatı -Selçuklu, Karahanlı, vd. ataları gibi- ırk, dil, din ve mezheb farkı

gözetmeksizin koruyup desteklemişlerdir. Osmanlı mûsikîsinin, bir imparatorluk sanatı olarak, bütün

Türk mûsikîsinin en fazla gelişmiş, zenginleşmiş ve incelmiş bölümü olmasının sebebi budur. Osmanlı

musikisinde askeri müziğin de ayrı bir önemi vardır. Mehterhane, Hun'lardan beri vurmalı ve nefesli

sazlardan oluşan bir Askerî müzik okulu niteliğindendir, Mevlevihaneler, Sultan Veled tarafından

kurulan ve Mevlânâ'nın tasavvufî fikirleriyle şekli yapısını (semâ') sistemleştiren Mevlevîlik, Türkçe,

Arapça, Farsça, hat, tezhib, semâ' meşki gibi derslerin yanı sıra ciddî müzik eğitimi de vermektedir.

Enderun ise II. Murad'ın Edirne'yi almasından hemen sonra 1363'te kurduğu, II.Murad, Fatih ve II.

Bayezid'in geliştirip mükemmel bir saray üniversitesi haline getirdiği, saray okuludur. Bütün bu eğitim

kurumları ile musikide kendine has üslup ve gelenekleri oluşturmuş olan Osmanlı İmparatorluğu’nda

başkent İstanbul devrin önde gelen müzik icracı, kuramcı ve bestekarlarının toplandığı bir merkezi

haline gelmiştir. Özellikle musiki alanında eserler verecek kadar, bu sanatın içerisinde olmuş olan

devrin padişahları sayesinde müzik her dönemde gelişme göstermiş ve bu sayede İmparatorluğun da

kültürel gelişimi sağlanarak eserler verilmeye devam edilmiştir.10

15. yy.ın başlarında ilk Türkçe Nazariyat Kitapları’nın meydana çıkmasıyla artık müzik konusu ile

ilgili olarak bu tarz çalışmalara daha çok yer verilmeye de başlanmıştır. Türk diline çevrilmiş ve

yazılmış olan ilk Nazariyat Kitabı, Yusuf Kırşehri’nin Edvar veya Musiki Risalesi isimli eseri

olmuştur. Aynı zamanda Abdülkâdir Câmiü'l-Elhan, Nevâî Mîzânü'l-Evzcm, Bâbür Risâle-i ‘Aruz adlı

eserlerinde Aruz'un belirli vezinlerinde yazılmış şiirlerin ancak belirli birkaç usûl kullanılarak

bestelenebileceği hususuna dikkati çekmişlerdi.

Osmanlı’da önemli yer tutan Mehter ise sadece savaş dönemlerinde askeri coşturmak ve cesarete

getirmek amacıyla kullanılmamış, barış dönemlerinde de kent yaşamına da dahil olmuştur. Mehter

müzisyenleri, spor müsabakaları esnasında sporcuların müsabakalara, halkın da verilen mücadelelere

daha da konsantre olmalarını sağlamak amacıyla bu organizasyonlarda aktif rol oynamışlardır.

Osmanlı Lale Devri ile başlayan yenileşme hareketleri ile Osmanlı kent yaşamında eğlence hayatı da

çok renkli bir hale gelmiştir. Büyük konaklarda düzenlenen ziyafet ve kutlamalarda musikişinaslar

fasıllar düzenlerler ve bu geceleri daha da renklendirirlerdi. Özellikle III. Selim dönemi ile başlayıp

sonrasında II. Mahmud ile devam eden batılılaşma hareketleri ile kapatılan Mehter’in yerine geçen

Muzıka-i Humayun Orkestrası bu modernleşme hareketlerinden etkilenerek batı formlarında eserler,

marşlar seslendirmişler ve böylelikle batı çalgıları da Osmanlı kent hayatında işitilmeye başlamıştır.

Yine 19. yüzyılda İstanbul’u ziyaret eden ünlü batılı müzik adamlarının sayesinde kentte konserler

düzenlenmeye başlanmıştır. Bu ziyaretçilerden en ünlüsü büyük besteci ve piyanist F. Liszt’dir.

İstanbul’da bir hafta kadar kalan ünlü besteci sarayda da bir konser vermiş ve eserlerinden birini

sultana ithaf etmiştir.




OSMANLI MİMARİSİ

Osmanlı sanatı ve mimarîsi, mevcut üslup ve temalarla birlikte yeni geliştirilen biçim ve ifadeleri de

kullanmış, dış etkileri sindirip bünyesine katarak canlı bir üretim sürekliliği ortaya koymuştur.

Geleneğe bağlı, yenilikçi ve dışarıdan gelen unsurların sentezi ile gelişen güzel sanatlar, Osmanlı

tarihinin her döneminde eşsiz ve kendine has üsluplar sergilemiştir.11

Osmanlı mimarisi kronolojik olarak altı dönemde incelenmiştir.

1) Erken Dönem veya Bursa Üslubu (1350-1450)

Erken dönem Osmanlı mimarisi veya Bursa üslubu 1299 yılında Osmanlı Devleti’nin Osman

Gazi tarafından Söğüt'de Osmanlı'nın tarafından kurulması ile 1501 yılında Bayezid Camii'nin (1501-

1505) inşaatının başlaması arasındaki mimari dönemi kapsar. Erken dönemin daha yenilikçi ve

kullanışlı yapı tipi, girişten kıble duvarına kadar uzanan iki bölümlü dikdörtgen bir mekâna sahip ters-

T planıdır. Ters-T planlı yapıların en ihtişamlısı, Bursa'da I. Mehmed için mimar Hacı İvaz tarafından

1419 ile 1424 arası inşa edilen Yeşil Câmi'dir.


2) Gelişme Yılları (1450-1550)

İstanbul'un fethiyle birlikte Osmanlı Devleti'nin tam bir imparatorluk olduğu en iyi şekilde Topkapı

Sarayı'nda izlenebilir. II. Mehmed tarafından 1468'de yaptırılan saraya XIX. yüzyıla kadar avlular,

teraslar, bahçeler ve köşkler eklenerek büyümesi sürdürülmüştür. Bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu

varlığını üç kıtada sağlamlaştırmış ve güzel sanatlarda imparatorluk üslubunu oluşturmak üzere

Avrupa, İslâm ve Türk geleneklerinin sentezini yapmaya başlamıştı.

Osmanlı mimarîsi, Sinan'ın dehasıyla doruk noktasına ulaştı. Sinan, iki, üç, dört yarım kubbeyle

genişleyen merkezî bir kubbe kullanarak, tarihin en yüksek ve geniş kubbesini inşa etmek için çeşitli

planlar denemiştir. Gerçek bir imparatorluk mimarı olan Sinan, 1530'lardan 1588'e kadar süren uzun

meslek hayâtı boyunca, imparatorluğun çeşitli yerlerinde câmilerden köprülere kadar üç yüzden fazla

bina yapmıştır. Sinan ilk olarak, I. Süleyman'ın karısı Hürrem Sultan tarafından içinde hastahanesi

olan bir külliye (1539) ile daha sonra da bir çifte hamam (1553) inşa etmek üzere görevlendirilmiştir.

Sinan ayrıca Hürrem'in kızı Mihrimah tarafından Üsküdar (1548) ve Edirnekapı (1550 civarı)

semtlerindeki câmileri ve bunlara bağlı diğer binaları yaptı. I. Süleyman'dan aldığı ilk görev ise,

Hürrem Sultan'dan olan ve genç yaşta ölen oğlu Mehmed'in anısına 1548'de tamamlanan Şehzâde

Câmii'dir. Sinan'ın I. Süleyman için yaptığı ve 1557'de Süleymaniye Câmii ve Külliyesi, sultanın

engin zenginliği ve gücünün yanı sıra, imparatorluğun ihtişamını yansıtan başşehrin en önemli

yapılardandı.12


3) Klasik Dönem (1550-1650)

I.Süleyman'ın hükümdarlığının sonunda Osmanlı devleti politik ve ekonomik gücünün doruğuna

erişmişti ve Osmanlı sanatı dünyaca ünlü bu imparatorluğun gücünü yansıtıyordu. Osmanlı kültürünün

klasik döneminde, Edirne'deki Selimiye Câmii ve İstanbul'daki Sultan Ahmed Câmii gibi, devlet

gücünün göze hitap eden ihtişamının ifadesi olan abidevî yapılar yaptırılmıştı. Osmanlı mimarisinin

ulaştığı en yüksek düzeyi temsil eden Selimiye Camii, 130 × 190 m. ölçüsünde düzgün dikdörtgen

biçimindeki avlunun ortasında birkaç basamakla yükseltilmiş bir zemin üzerinde yer almaktadır.

Kuzeyde bulunan revaklı avlu ile harim bölümü yaklaşık aynı büyüklükte (60 × 44 m.) dikdörtgen

alanlara oturmaktadır. Sarımtırak renkte kesme taş malzeme ile inşa edilmiş olan yapıda pencere ve

kemerlerde iki renkli taş malzeme kullanımıyla cepheler hareketlendirilmiştir. 13





4) İkinci Klasik Dönem (1650-1750)

Klasik mimarînin etkisi XVII. yüzyılın ortalarına kadar devam etmiştir. Bu tarzda inşa edilmiş Yeni

Cami, diğer adıyla Vâlide Sultan Câmii'dir. Haliç'in kıyısında, şehrin en hareketli ticarî merkezi olan

Eminönü'nde yer alan bina, vâlide sultanlar tarafından yaptırılmış olan câmiler arasında büyüklüğü ve

yeri itibariyle en seçkin olanıdır. Yapının diğer valide sultan câmilerinde olduğu gibi iki minaresi

vardır.

Yapının ilk mimarı Sinan'ın halefi Davud Ağa'dır.14 Davud Ağa dar olan araziyi genişletmek ve gerekli

alanı sağlamak için câminin temelini, su üzerinde payandalar ve adacıklar üzerine oturtulan, sun'î bir

platform üzerine yerleştirmiştir. Camiyi ve külliyeyi mimar Mustafa Ağa tamamlamıştır.




5) Deneme Devri (1750-1850)



Avrupa mimarîsinin etkisini yansıtan ilk câmi,

Nuruosmaniye'dir.15 I. Mahmud tarafından

1748'de başlatılan ve III. Osman döneminde

1755'de tamamlanan bina, İstanbul'un en işlek

ticaret merkezi olan Kapalı Çarşı'nın yanında yer

alır. Merdivenlerle çıkılan bir platform üzerinde

yükselen câmi, Avrupa yapılarına benzeyen

yarım daire avluya sahip tek örnektir. Yan

galerilerle kaynaşmış ana mekân, kemerle

taşınan geniş bir kubbeyle örtülmüştür.

Duvarlarda yine Batı etkisiyle yapılmış, kalıp

çerçeveli yuvarlak ya da üç yapraklı yonca

biçiminde pencereler bulunmaktadır.




Bu dönemde yaygın olarak karşımıza çıkan, üçüncü boyutu göstermek için kullanılan arka arkaya

sıralanmış satıhlarla elde edilen perspektifli görünümler ile gölgelendirme ve hacimlendirme gibi

kavramların uygun bir biçimde kullanımının yer aldığı duvar resimlerinde Avrupa sanat geleneklerinin

güçlü etkisi olmuştur.




6) Son Dönem (1850-1923)

Dış ülkelerle yapılan savaşlar ve içteki mücadeleler sonucu politik ve ekonomik gücü azalan

imparatorluğun son döneminde, güzel sanatların cesurca destekleyerek Osmanlı toplumunu ve

kültürünü Avrupalı'larla boy ölçüşebilecek bir düzeye getirmeye çalışan iki sanat koruyucusu sultanın

Abdülmecid ve II. Abdülhamid'in, tahta çıkması oldukça önemlidir. Bu sultanların sanat hâmiliği

Cumhuriyet dönemi sanat ortamının alt yapışım oluşturmuştur.

Bu yılların mimarîsi, benzerleri Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde yapılan saraylar, villalar, işyerleri ve

apartmanlar ile form ve üslup bakımından aynıdır. En ünlü örnek 1853'de I. Abdülmecid için inşa

edilen Dolmabahçe Sarayı'dır. Dolmabahçe'nin iç mekânı süslü kapılar, kıvrılarak çıkan geniş

merdivenler, sütunlar, kristal avizeler, yaldızlı pervazlar ve duvar resimleriyle dekore edilmiş olup,

XVII. yüzyıldan beri Avrupa imparatorluk mimarîsinde moda olmayı sürdüren barok stilinin

zenginliğini örnek almıştır.16




Dipnotlar ve Kaynakça

1 Esin Atıl, “Osmanlı Sanatı ve Mimarisi”, (Ed. Ekmeleddin İhsanoğlu), Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi Serisi Cilt 2,

İslâm Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi (IRCICA), İstanbul 1998, s.447.

* : Nebati yazısı ise pek çok alfabeye esin kaynağı olan Fenike alfabesinden evrilen ve Arami alfabesinin bir türevi olan yazı

sistemi

2 M.Uğur Derman, “Osmanlılar’da Hat Sanatı”, (Ed. Ekmeleddin İhsanoğlu), Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi Serisi

Cilt 2, İslâm Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi (IRCICA), İstanbul 1998, s.481.

3 M.Uğur Derman, Hafız Osman, TDV İslam Ansiklopedisi 15.Cilt, İstanbul 1997, s.98-100.

4 Hasan Özönder, Ansiklopedik Hat, Tezhip Sanatları Deyim ve Terimleri Sözlüğü, Sebat Ofset Yayınevi, Konya, 2003,

s.198.

5 İlhan Özkeçeci, “Türk Sanatında Tezhip”, Yazıgen Yayınevi, İstanbul, 2007, s.29.

6 A. Alparslan, “Tezhip Sanatı,” Eczacıbaşı Sanat Ansiklopedisi, 3.Cilt, s. 1768.

7 A.g.e (İlhan Özkeçeci, Türk Sanatında Tezhip, s. 29.)

8 Seher Aşıcı, “Kitap Dostu Bir Sultan: Fatih”, s.311.

9 Süheyl Ünver, “Türk Süsleme Sanatçıları Müzehhipler / 1”, İşaret Yayınları, İstanbul, 2007, s. 55.

10 Ünüşan KULOĞLU-Süreyya GÜLMEMED, “Osmanlı Müzik Kültürü”, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı/Türkiye Kültür

Portalı Projesi, s1.

11 Esin Atıl, “Osmanlı Sanatı ve Mimarisi”, (Ed. Ekmeleddin İhsanoğlu), Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi

Serisi Cilt 2, İslâm Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi (IRCICA), İstanbul 1998, s.447.

12 A.g.e.

13 Selçuk Mülayim-Ahmet Vefa Çobanoğlu, “Selimiye Camii ve Külliyesi”, TDV İslam Ansiklopedisi 36.Cilt,

İstanbul 2009, s.430-434.

14Ahmet Vefa Çobanoğlu, “Yenicami ve Külliyesi”, TDV İslam Ansiklopedisi 43.Cilt, İstanbul 2013, s.439-

442.

15Semavi Eyice, Nuruosmaniye Külliyesi, TDV İslam Ansiklopedisi 33.Cilt, İstanbul 2007,

16 H. Y. Şehsuvaroğlu, “Dolmabahçe Sarayı”, Arkitekt, sy. 173-174, İstanbul 1946, s. 127-130.

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mor ve Ötesi - "Nakba" nın Hikayesi Nedir ?

Nazım Hikmet – Fevkalade Memnunum Dünyaya Geldiğime