ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE EGEMENLİĞİN DEĞİŞEN YÜZÜ
Bugün bilinen anlamıyla egemenlik kavramı, pratikte Avrupa’da yaşanan “30 Yıl Savaşları” sonrasında imzalanan “Vestfalya Barışı” (1648) ile ortaya çıkmıştır. Dönemin hakim anlayışına göre egemenlik; Avrupa’da, siyasal iktidarın bölündüğü bir sistemi ifade eden feodalizmden ulus devlete geçişte önemli rol oynayan dönemin mutlak monarşileri, gerçek egemen devletlerdi. Çünkü, egemenlik, mutlak, bölünmez ve sınırlanamaz nitelikleriyle bir tek kişiye, monarka aitti. Egemen gücü, ne ülke içinde ne de ülke dışında sınırlayan bir güç yoktu. Vestfalya modeli olarak bilinen bu antlaşmanın getirdiği egemenlik anlayışı da bu düşünceyi temel almıştır. Vestfalya modeli, uluslararası sistemin egemen devletlerden oluştuğu görüşüne dayanır ve devlet üstü otoriteler bu sistemde etkisini yitirmiştir. Papalık, barış antlaşması sürecinden dışlanmış, Kutsal Roma İmparatorluğu’nun dağıldığı kabul edilmiştir. Antlaşmanın giriş bölümünde yeni dönemin nasıl şekilleneceği belirlenmiştir: “Bundan sonra Avrupa, kendi yasalarına göre hareket eden, kendi siyasal ve ekonomik çıkarlarını izleyen, serbestlik içinde ittifaklar kuran ve bozan, savaş ile barış arasında, güç dengesi kurallarına göre durum değiştiren, elçi gönderip kabul eden bağımsız ve özgür devletlerden oluşacaktır.”
Klasik egemenlik olarak da bilinen Vestfalya modelinin getirdiği bu anlayış, İkinci Dünya Savaşı’nın sona erdiği 1945 yılına kadar varlığını muhafaza etmiştir.
Egemenlik kavramı, literatüre ilk defa, kavramı tanımlayan ve sistemleştirerek onu bir teori haline getiren ünlü Fransız hukukçu Jean Bodin’indir. Bodin egemenliği, ülke üzerinde yaşayan bütün insanlar (vatandaşlar ve teba)üzerinde kanunla kısıtlanmayan en üstün iktidar olarak tanımlamıştır. Bodin ortaya attığı egemenlik kuramını sistematik bir hale getirmek için, egemenliğin niteliklerini ve sınırlarını şöyle belirtmiştir ;
- Egemenlik mutlaktır: En yüksek yönetme erki olan egemenlik bir başka güç tarafından sınırlandırılamaz ve toplumdaki diğer iktidar odakları egemenden kaynaklanırlar yani onun izin verdiği ölçü ve süre içerisinde vardır.
- Egemenlik süreklidir: Egemen ile yöneticiyi sert bir çizgi ile ayıran Bodin’e göre, süreyle kısıtlı olan ya da istendiği zaman geri alınabilen bir iktidar egemenlik değil, sadece bir yetkidir.
- Egemenlik bölünmez, devredilmez: Egemenliğin mutlak ve sürekli oluşu, onun “bir” olmasını gerektirir. Bundan ötürü, egemenlik parçalanmamak ve bir bütün olarak kalmak koşuluyla bir prenste, bir azınlıkta ya da toplumun tümünde olabilir.
Bu iki ismin ortaya atıp sistematik bir kuram haline getirdikleri “egemenlik” kavramı, yukarıda da ifade edildiği üzere, “mutlak egemenlik” anlayışı üzerine kurulmuştur. Ancak bu dönemden sonra egemenliğin sınırsızlığı üzerine yapılan vurguda azalma göze çarpmaktadır. Egemenliğin sınırsız bir şey olmadığını ve egemenin de belirli sorumlulukları olduğunu savunan yeni isimler ortaya çıkmıştır. Örneğin ; Fransız Devrimi ve Aydınlanma Hareketine çok büyük katkısı olan isimlerden birisi olarak Voltaire, klasik egemenlik anlayışına karşı çıkmış ve devlet egemenliğinin bireysel özgürlükler çerçevesinde sınırlandırılmasını ileri sürerken, savaşların mutlakiyetçi yönetimlerin başvurduğu bir politika olduğunu belirtmiştir.
20. Yüzyılda Egemenlik
20. yüzyıl bu egemenlik sürecinin bir nevi kırılma noktasına denk gelmiştir. Yaşanan siyasi, ekonomik ve toplumsal gelişmeler kavramın yeniden incelenmesi gerekliliğini doğurmuş ve yeni açıklamalara olan ihtiyacı açıkça ortaya koymuştur. Arrighi, Hobsbawm, Wallerstein ve Kennedy gibi 20. yüzyıl dünya tarihi üzerine yazan pek çok yazarın da kabul ettiği gibi, hegemonya mücadelesine sahne olan yüzyıllar içerisinde, bu mücadelenin ulaştığı son nokta olarak, 1914 Birinci Dünya Savaşı kabul edilebilir. Bütün büyük devletlerin katıldığı bu savaş oldukça uzun ve yıkıcı bir savaş olma özelliğinin yanı sıra, dünya üzerinde siyasi dengeleri de değiştirmesi bağlamında dikkatle incelenmesi gereken bir olay olarak ortaya çıkmıştır. Savaşın en önemli sonuçlarından birisi olarak ön plana çıkan, ulusların kendi siyasi geleceklerini kendilerinin tayin etmesi anlamına gelen “self-determinasyon” ilkesi ortaya çıkmıştır. Bu ilkenin tartışılmaya başlanması ile aslında egemenlik üzerine tartışmalara da başlanmıştır. Ancak kavramın ilk ortaya çıktığı dönemde, özellikle Amerikan Başkanı Wilson’un önerisinin belirsizliklerle dolu olması, bu ilkenin İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar hukuksal bir ilke haline gelmesini engellemiştir. Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın kurulmasıyla beraber self-determinasyon sorunu tekrar gündeme gelmiş, 1952 yılında özellikle Doğu Avrupa ve Asya ülkelerinin çabalarıyla alınan bir BM kararı aracılığıyla, Batılı ülkelerinin karşı çıkmalarına rağmen, self-determinasyon hukuksal bir ilke özelliği kazanmıştır.
Self-determinayson ve azınlık hakları bağlamında atılan adımlar ile mutlak egemenliğin sınırlanmasının yanı sıra ekonomik sektörde, özellikle Birinci Dünya Savaşı ve daha ileri bir tarih olarak 1929 Büyük Buhran sonrası dönemler için, gelişmiş devletlerin ekonomilerinde meydana gelen küçülme, devletin ekonomi üzerindeki rolünü tartışmaya açmıştır.
Soğuk Savaş’ın ikinci dönemini temsil eden 1970 sonrası dönemle birlikte, egemenlik üzerinde de bir aşınma yaşanmaya başlanarak, klasik anlayıştan uzaklaşıldığı görülmektedir. İlk olarak, yaşanan ekonomik krizler, devletin ekonomi üzerinde düzenleyicilik görevi bulunan tek aktör olmasına yönelik karşı çıkışlar yaşanmasına sebebiyet vermiştir. Bu karşı çıkış, ekonominin yanı sıra, genel olarak ulus-devletin görev ve işlevlerine yöneltilen eleştiriler şeklinde kendisini göstermiştir.
20. yüzyıl boyunca insan hakları konusu şüphesiz ki en göze çarpan gelişmelerden birisi olarak, dünya gündemini hayli meşgul etmiştir. Konunun egemenlik ile ilgisi, Vestfalyan modelin en fazla önem verdiği ilkelerden birisi olan “iç işlerine müdahale etmeme” ilkesi ile ters düşmesindendir. Mevcut literatürde insan hakları konusu evrensel bir olgu olarak kabul edilirken; ayrım gözetmeksizin her insanın sahip olduğu haklara saygı gösterilmesi ve geliştirilmesi gerekliliği ortaya konmuştur. 90’ların başlarında önce Bosna’da, daha sonra ise Ruanda’da yaşanan katliam ve kitlesel kıyımlar esnasında BM’nin neden bunların önlenmesi açısından aktif bir rol izlemediği sorusu, uluslararası gündemin en önemli tartışma konularından birisi olmuştur. Diplomatik çabaların sonuç vermediği bu örneklerde BM’den güç kullanarak katliamların durdurulmasını sağlaması beklenmiştir. Bu beklentinin BM Antlaşması’nın 2. maddesinin 7. fıkrası ile ters düşmesi ise, literatürde “egemenlik” ve “müdahale” ikilemleri gibi tartışmaların yaşanmasına neden olmuştur. Bu bağlamda, oluşturulan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi kurumlar devlet üstü yapıları ile bu alanda önemli yenilikler getirmiştir.
Klasik egemenlik anlayışı yalnızca iç egemenlik yönünden değil, dış egemenlik bakımından da büyük bir dönüşüm geçirmiştir. Devletlerin, birbirlerinden yalıtılmış halde var olamayacakları gerçeğinden hareketle, birbirleri ile ilişkiler geliştirip, anlaşmalar yapma ihtiyaçları, bu ilişkileri düzenleyecek bazı kurallar ve normlara olan gerekliliği ortaya koymuştur. Bu durum, uluslararası ve ulusüstü örgütlenmeleri ortaya çıkarmıştır. Bununla birlikte, bu örgütlenmelerin ekonomik, siyasi ya da askeri yapılarından kaynaklanan nedenlerle devletler Avrupa Birliği, NATO, Amerikan Devletleri Örgütü gibi ulusüstü ya da uluslararası kuruluşlara üye olmuşlardır. Devletler, bu kuruluşların alacakları kararları yerine getireceklerini taahhüt etmekte; Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Birleşmiş Milletler İşkenceyi Önleme Sözleşmesi gibi belgeleri imzalayarak, bu sözleşmelerde belirtilen ilkelere uyma yükümlülüğü altına girmektedir. Uluslararası kuruluşlara üyelik ve uluslararası antlaşmaların kabul edilmesi, devletlerin kendi istekleri ile egemenliklerini sınırlandırmaları ve egemenliğin “tek” ve “mutlak” olan yapısını değiştirmeleri olarak yorumlanabilir. Bu durumda yaşanan gönüllü egemenlik feragatını, egemenlik konusunda yaşanan en önemli gelişmelerden birisi olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır.
Sonuç olarak : 1648 Vestfalya Antlaşması ile başlayan “mutlak egemenlik” anlayışı, özellikle 20. yüzyılda önemli değişikliklere uğrayarak, 21. yüzyıla yeni yüzü ile girmiştir. Sistemin tek aktörü konumunda bulunan devletler artık diğer aktörlerle (uluslararası organizasyonlar, çok uluslu şirketler, STK’lar ve diğer küresel aktörler) bu konumu paylaşmaktadırlar Ancak belirtilmesi gereken önemli bir nokta olarak, devletlerin aslında hala sistemin en önemli aktörleri olduğu ve bu konumlarını korumak adına sadece egemenliklerinden belirli ölçüde fedakarlıkta bulundukları gerçeğinin gözden kaçırılmaması gerekmektedir.